7 Şubat 2011 Pazartesi 0 yorum By: sabannuhoglu

Sinema maceralarımız

Kış geceleri masal anlatan ninemiz, dedemiz yoktu ama sinemya gittiğinde seyrettiği filmleri canlandırarak anlatan bir Kuddusi amcamız vardı.

Sene 1964,65,...67....

Kuddusi amca, babamın amcasının en büyük oğlu. Terzilik yapar, sakin, güler yüzlü, tatlı mı tatlı bir amca. Amcanın 8 çocuğunun en büyüğüydü. O yıllarda sinemaya gitmek bir ayrıcalıktı. Çünkü bize göre pahalıydı. Harçlıklaırmızdan bir ayda biriktirdiğimiz parayla ancak ayda bir sinemaya giderdik. Kuddusi amca para kazandığı için hemen hemen haftada iki kere sinemaya giderdi.

Gençlik, gençlik dedikleri...

Gençlik gençlik diyorsunuz, nedir gençlik bilmiyorsunuz?

Gençliğimin ne olduğunu anlayamadım. Günlerim okumakla, ders çalışmakla geçti, yalnız inkar etmeyeyim günlerimiz çok iyi geçti. Bizim gençliğimizde gençlik, kendi oyununu kendi icat ediyordu, ne oyunlar...Oyuncağını kendin yap, al bıçağı eline tahta bir kılıç yap...ya da patlak naylon topun içine balon şişir, olsun bir top, vur vurabildiğin kadar. Hava kararıp top gözden kayboluncaya kadar.

Annem merak eder, telaşlı telaşlı haydi oğlum babanız geldi, eve gelin derdi. Babamızdan çok korkardık, disiplinliydi, şımarıklığı sevmezdi, yüzü hiç gülmezdi, meğer dertliymiş rahmetli. Bizi içinden çok severmiş, ama dışardan sevgisini pek belli etmezdi. Bir tek isteği vardı rahmetlinin, benden önce eve gelin, benden sonra eve gelenleri eve almam derdi. Biz de elimizden geldiğince babamızdan önce eve gelmeye gayret ederdik.
Neydi o Tommiks, Teksas okuma sevdaları...ben pek o kitapları okumayı sevmezdim, çünkü, silah, vurma, kırma içeren kitaplardı. Silahları pek sevmezdim, ama babamın aldığı mantar patlatan tabancalar hoşuma giderdi, belki babmın hediyesi olduğu için hoşuma giderdi. Kardeşim çok severdi, silahı. Dedem rahmetli kardeşime su tabancası alırdı, bana almadığı için üzülsem de yine de o eğlenceye ben de katılırdım.

Top oynarken çok hızlı koştuğumdan mahalle takımının as elemanıydım, fakat ayağıma futbol ayakkabısı alacak paramız olmadığında naylon ayakkabı giyerdim. Kulüp binalarının çöplüğüne atılmış, bir tarafları yırtılmış futbol ayakkabılarını arkadaşlarımla birlikte toplardık, yırtılmış yerlerini diker, büyük gelen ayakkabıların içini pamukla doldururduk. Bu ayakkabıları giyip de mahalle maçına çıktığımızda karşı takımın oyuncuları bize gıpta ile bakardı. O ayakkabılarla havamızdan geçilmezdi. O günler hoş günlerdi hoş.

O yıllarda kış çok sert geçerdi. Kış günlerinin en zevkli oyunu, kızak kaymak, kartopu oynamak, kardan adam yapmaktı. En çok da kardan adam yapmayı severdik, kardan adamın burnuna bir havuç takmakta zorluk çekerdik, o devirde havuç bulmak çok zordu, havuç yerine odun parçası kullanırdık. Gözlerine kömür takar, boyuna evden bulduğumuz bir bez parçasını takardık, tabi annemizin haberi olmadı, eline çalı süpürgesi verirdik. Kardan adam günlerce erimezdi.

Kar yağmadan, havalar çok soğumadan anneme bir eldiven istediğimi söylerdim. Zavallı annem, tek parmaklı bir eldiven örerdi, beş parmaklı eldiven örmenin zor olduğunu söylerdi, biz buna da razıydık. Şapkamız da vardı, kulaklarımızı örten.

Herbirimizin birer kızağı vardı, kimisi ceviz ağacından kimisi meşe ağacındandı. Kızağımızın bir aksesuarı da gazoz kapaklarıydı. Gazoz kapaklarını lokanta ve kahvelerin çöplüğünden toplardık. Kapakları tren raylarına dizer, tren geçtğinde kapaklar dümdüz olurdu. Onları da kızaklarımızın yan taraflarına çakardık, çıkardığı ses ne kadar güçlüyse kızak o kadar kıymetliydi.

Kışın şiddetli olduğu yıllarda ilk orucumu tutmaya başladım. Babam ilkokulu bititnceye kadar orucun tamamını tutmamı istemedi, çok zayıf olduğumdan aç kalmamdan korkardı. Ramazanda yapılan yemeklerin, tatlıların tadına doyum olmazdı, annem de çok güzel yemekler yapardı, hele o kalem gibi sarılan yaprak sarması. Babam üzüm hoşafını çok severdi, her yaz kış için erik, elma, armut hoşafı kurutulurdu. İftar sofrasının vazgeçilmez çorbası, bol biberli, kıymalı tarhana çorbasıydı. Ramazanda aileler komşularına yemekler gönderirdi. İftarda davetler ramazanın 15. gününden sonra başlardı, bu davetlerde en çok biz sevinirdik, çümkü arkadaşılarımızla biraraya geliyorduk. Sokağa çıkıp elektrik direğinin ışığında teravih namazına kadar çeşitli oyunlar oynardık.: akşam ebesi, saklambaç...Ezan okunmadan abdest sırasına girerdik, büyüklerimizle birlikte mahalle camisinde teravih namazı kılardık, biz namaz kılarken bile eğlence peşindeydik, sürekli birbirimizi güldürmeye çalışırdık.

Televizyon kelimesi bizim gençliğimzde hiç telafuz edilmezdi. En büyük eğlencemiz akşamları evde oynanan oyunlardı: 5taş, 9taş, yüksük saklama...evde misafir varsa babamın en büyük zevki askerlik anılaırını anlatmaktı. Çok coşkulu anlatırdı ama dinlemeyenlere de kızardı. Babamın askerlik anılarında duyduk Kütahya ve Şile'yi. Şiledeyken diye başlayan hikayeler hiç bitmezdi, biz de ne kadar dinlesek de yine de aynı heyecanla dinlerdik hikayelerini.
20 Kasım 2010 Cumartesi 0 yorum By: sabannuhoglu

Mahcubiyet

Hiç unutmuyorum. Yıl herhalde 1965 idi. İlkokulu bitirdiğim yıldı. Her yıl olduğu gibi o yıl da köyde dayıma yardıma gittik, kardeşim Mustafa'yla.
Köyün o sıcak temmuz ve ağustos aylarında herkes sıcaklardan bunalırdı. Bizim görevimiz dayı oğlu İsmail ile, köyden harmanda çalışanlara yemek götürmekti.
Sıcak bir temmuz günüydü. Dayıoğlu İsmail'le harmandan eve hoplaya zıplaya geldik. Satı teyzem harmana gidecek gidecek yemeğin hazır olmadığını bize bildirince, biz de elimize taze bazlamaları alarak dışarı çıktık. Ekmekler tazeliğine tazeydi fakat içinde katık yoktu. Katığın olmaması bizi çok etkilemiyordu.
Komşumuzun oğlu Ömer, kendi halinde, hafif zayıfça, bizden bir iki yaş küçüktü. Dedesi onu çok seviyordu. Dedesi çok sert bir kişiliğe sahipti. Hepimiz kendisinden korkuyorduk. O gün Ömer, elinde özenle tuttuğu, üzeri tereyağı ile kaplı ekmekle kapıdan çıktı. Dayıoğlu onu görünce: "İşte ekmeğimizin katığı" dedi. Ben önce anlamadım. Sonra İsmail durumu izah edince anladım. Hoş birşey değildi, ama o zamanki çocukluk işte. Ömer'e ekmeğin üzerindeki tereyağından kendi ekmeğine sürmesini istedi. Ömer inatçıydı, kabul etmedi. İsmail, duvarın köşesine Ömer'i sıkıştırarak elindeki ekmeği alıp, üzerindeki tereyağını önce kendi ekmeğine sonra da benim ekmeğime sürdü. Ömer ağlayarak eve girdi. Bizi aldı bir korku, çünkü dedesine söylerse dedesi bizi babamıza şikayet ederdi. Bizi aldı bir korku. Kapı açıldı. Babaannesi bize Ömer'e ne yaptığımızı sordu. Dayıoğlu durumu kendi diliyle anlattı. Ömer'in babaannesi: "oğlum, çocuğu niye ağlattınız, isteseydiniz sizin ekmeğinize de yağ sürerdim" dedi.
Dayıoğlu İsmail ile birbirimize baktık. Çok mahçup olduk. Zaman zaman Ömer'e takılıyorduk: Ömer ekmeğinde yağ yok mu diye...

Zor günler, aylar, yıllar...

Günler ayları, aylar yılları kovalıyordu, "gün olur asla bedel" dedik de ne oldu. işte günler gelip geçiyor. Ne anladın dediler bana 57 yılda. Cevap vermekte pek zorlandım, aslında. Ben günlerin bu kadar çabuk, ayların bu kadar acı, yılların bu kadar çekilmez olduğunu bilseydim istemezdim belki dünyaya gelmeyi. Ben de biraz saçmaladım, herhalde. Gelememek dünyaya sanki elimizde.
Dünya güzel, etraf güzel, herşey güzel. Onları çirkinleştiren bizlerin bitmez tükenmez ihtiraslarımızdı. Güzelliğin ne olduğunu da bilmekte zorluk çekiyoruz. Halbuki her şey yaradanın aynasıdır, dünyada.
Bir türlü beceremiyoruz, mutlu olmayı. Bu kadar zor mu mutlu olmak, ona ulaşmak, bilmiyorum, bilemiyorum. Bilen varsa söylesin bize çekinmeden mutluluğun şifresini...
15 Kasım 2010 Pazartesi 0 yorum By: sabannuhoglu

Okuldaki ilk günüm

çocukluğum çok heyecnlı maceralı günlerle doludur hangisini anlatsam  bilmem ki ilkokula başladığım ilk günlerdi  okul bahçesinde  toplanmıştık bayan bir öğretmen  bizi topluca sınıfa götürdü. Sınıfta yanıma oturan arkadaşımla tanıştım, ismini hatırlamasam da siması gözümün önünde. Zilin çalmasıyla teneffüse çıktık. Oyunlar oynadık. Arkadaşımla oyun oynarken zil çalınca, kalabalıktan başka sınıfa girmişiz. Burasının bizim sınıf olmadığını ben farkettim. Çünkü, öğretmenimiz bayandı, bu sınıfın öğretmeni ise erkekti. Ne yapacağımızı şaşırdık, o sırada öğretmenimiz sınıfa girdi. Bizim sınıfta olmadığımızı farkedip bizi aramaya gelmiş, bizi görünce hafifce gülümsedi. Bizim elimizden tutup sınıfımıza götürdü. Bir sonraki derste öğretmenimiz, bütün sınıfı okulda gezdirdi, her yeri bize tanıttı. Okulda ilk günüm heyecanlı geçti.

Tanışalım

1953 Çankırı doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Çankırı'da yaptım. Yüksek öğrenimimi Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü Türkçe öğretmenliği bölümünden 1976 yılında mezun oldum. İlk öğretmenliğime Kars- Kağızman Yatılı İlköğretim Bölge Okulu'nda başladım. 1978-1980 yılları arasında askerlik görevimi yedek subay olarak Mardin 22. seyyar Jandarma Tugayında tamamladım. Asker dönüşü Çankırı Atatürk Ortaokulu'nda Türkçe öğretmenliğine atandım. Aynı yıl müdür yardımcısı oldum. 28 yıl süren öğretim hayatım 2004 yılında emeklilikle sonlandı. Şu anda emekliliğimin tadını çıkartıyorum. Emekli öğretmen arkadaşlarımla buluşup, sohbetler ediyoruz, güncel konuları tartışıyoruz, eski öğretmenlik anılarımızı tazeliyoruz. Bu blogu da kızımla birlikte hazırladık. Hayatımla ilgili anılarımı, farklı konulardaki düşüncelerimi sizinle paylaşmak beni heyecanlandırıyor.